4 Aralık 2007 Salı

RÜZGÂR






Arzularım muayyen bir haddi aşınca
Ve sözler kulaklarıma sağırlaşınca
Bir ihtiras duyup vahşi maceralara
Çıkıyorum bulutları aşan dağlara.

Tanrıların başı gibi başları diktir,
Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir,
Ben de katıp vücudumu bu genişliğe,
Bakıyorum aşağlarda kalan hiçliğe.

Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, «o»na yakındır.

Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.
Yanağıma çarpar kanatlarını,
Ve anlatır mâbutların hayatlarını.
Arasıra kulağını bana verdi mi,
Ben de ona anlatırım kendi derdimi.

«Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr!
Benim arık yalnız sana itimadım var.

Gelmiş gibi uzaktaki bir seyyareden
Yabancıyım bu gürültü dünyasına ben.

Etrafımın sözlerine asla aklım ermedi,
Etrafımda bana asla kulak vermedi.

Senelerden beri hâlâ anlaşamadık,
Bende kestim anlaşmaktan ümidi artık.

Gözlerimde hakikati sezen bir nurla
Etrafımı süzüyorum biraz gururla.

Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya
En büyük şey, en asîl şey küçülür burda.

Burda yalan para eden biricik iştir,
Burda her şey bir yapmacık bir gösteriştir.

Kimi coşar din uğruna geberir, yalan!
Kimi gider vatan için can verir, yalan!
Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır;
Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır.

Şairlerin büyük aşkı fânî bir kızdır,
Bu dünyada herkes sinsi herkes cılızdır.



Ne hakikî aşktan burda bir çakan vardır,
Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır,
Her büyüklük bir cüzzam gibi dökülür burda,
En muazzam ölüm bile küçülür burda.

Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor,
Her dakika insanlardan uzaklaşıyor.
Zaman zaman mağlûp olsam bile etime,
İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.

Büyük, temiz bir arkadaş arıyor ruhum,
İşte rüzgâr, şimdi sana sığınıyorum!

Asaletin yeri yoktur gerçi hayatta,
En asîl şey seni buldum bu kâinatta,
Güneş gibi ne bin türlü ışığın vardır,
Ne süse, gösterişe bir baktığın vardır.

Deniz gibi muamma yok derinliğinde,
Bir ferahlık, bir saflık var serinliğinde.

Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin,
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin.

Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin,
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan serin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir,
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir.

Beşerlikten uzaktayım senin ülkende,
Senin gibi azamete âşıkım ben de.

İşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim.
Islıklarım senin gibi inlemelidir,
Herkes beni ürpererek dinlemelidir.
Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim.»

Sabahattin Ali, 1931

Mutlu Aşk Yoktur Ki Dünyada / Louis Aragon

Mutlu Aşk Yoktur Ki Dünyada

Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız erlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamlarıS
öyle yavrum şu sözleri sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir bir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş göz yaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyadaAma şu aşk ikimizin öyle de olsa.
Çeviren: Cemal Süreya

Yazar Olmanın Kuralları / Anton Çehov


Yeni doğan her bebeğin poposuna vura vura şu sözler kafasına sokulmalı: “Yazı yazmamalısın! Yazı yazmamalısın! Yazar olmamalısın!” Yine de yazarlık eğilimleri göstermeye kalkarsa, bu kez sevgiyle vazgeçirmeye çalışılmalı. Sevgi de işe yaramazsa, pes edip “kayıplar” listesine eklenmeli. Yazarlık öyle bir kaşıntı ki, tedavisi yok.Yazarın yolu baştan sona dikenler, çiviler ve ısırganlarla kaplı, dolayısıyla aklıselim sahibi insan ne yapıp edip yazarlıktan uzak durmalı. Yine de, tüm uyarılara karşın, kaçınılmaz yazgı kişiyi yazarlık yoluna iterse, bu talihsiz, başına gelecekleri hafifletmek için şu kurallara uymalı:
1. Yazarlığı zevk olsun diye yapmanın, onu meslek edinmekten daha iyi bir yaşam sağlayacağını bilmeli.

2. Edebiyat arenasında başarısızlığın başarıdan bin kat daha iyi olduğu kulağına küpe olmalı.

3. “Sanat için sanat” yapmanın, acınası bir malzemeyi işlemekten daha avantajlı olduğunu aklından çıkarmamalı.

4. Tercihen genç bir asilzade ya da bir lise öğrencisi olmamalı.

5. Mutlaka akli melekeleri yerinde olmalı ve yazarlıkta deneyim edinmeli.

6. Çekingen olmamalı; önüne kâğıdı koyup, eline kalemi alıp, aklına geleni yazmalı, sonra dosyasını kapıp yayınevi yayınevi dolaşmalı, kabul ettiremezse yılmayıp kendisi bastırmalı.

7. Kitapları basılan ve okunan bir yazar olmak için mutlaka okuryazar olmalı ve en azından arpa tanesi kadar yeteneği bulunmalı.

8. Dürüst olmalı; çalıntı bir şeyi özgünmüş gibi sunmamalı, aynı kitabı iki yayınevinden birden çıkarmamalı, yabancı kökenli bir şeyin yerli olduğunu savunmamalı.

9. Gerçek yaşamda olduğu gibi, basılı sözcükler dünyasında da edepli davranmalı; başkasının nasırına basmamalı, mendiline sümkürmemeli, tabağındakine el uzatmamalı.

10. Yazmaya başlamadan önce bir tema seçmeli, ama Amerika’yı ikinci kez keşfetmiş ya da barutu ikinci kez bulmuş olmamak için, çiğnene çiğnene tadı kaçan sakıza dönmüş temalardan uzak durmalı.

11. Hayal gücünü özgür bırakmalı, ama eline hâkim olmalı; ne kadar kısa ve öz yazarsa, o kadar sık ve zevkle basılacağını unutmamalı.

12. Şöhret peşinde koşmuyorsa ve dayak yemekten korkuyorsa takma ad kullanmalı, ama asıl adını ve adresini yayınevine bildirmeyi ihmal etmemeli.

13. Ücreti kitap yayımlandıktan sonra almalı, gelecekten yemek anlamına gelen avanstan kaçınmalı.

14. Aldığı parayı canı nereye isterse oraya harcamalı.15. Son olarak, bu kuralları bir kez daha okumalı.

YAZARLARIN OKUMA HÂLLERİ



Erhan Bener:
Kitap çizmeyi saygısızlık sayıyorum
Sabah kahvaltıdan sonra bilgisayar başında çalışmaya başlıyorum ve bu çalışma akşam yemeğine kadar devam ediyor. Okumalarıma ancak akşam yemeğinden sonra, hafif uzanarak başlıyorum. Ağır kitapları ise masa başında okuyorum. Kitapları çizme gibi bir âdetim yok, ders çalışırken bile çizmezdim, bunu biraz saygısızlık sayıyorum. Kitapları okurken kâğıtlara veya ayrı bir deftere not alırım. Başucumda çoğu zaman dört beş kitap bulunur, içinde roman, inceleme, şiir ve araştırma olur, akşamki ruh halime göre hangisi beni çekerse onu okurum. Okumadan evvel kitabı bir karıştırırım, zamanında çok kitap okuduğum ve başladığım kitabı bitirmek gibi bir alışkanlığım olduğu için, bu yaştan sonra zor beğeniyorum artık. Kendi kitaplarımı basıldıktan sonra ve yeni bir baskısı yapılacaksa okurum. Kitabım ilk çıktığında ise, onun matbaa kokusu çok hoşuma gitmişti.
***
Orhan Okay:
Şiir okumada şartlar ağır olur
Okumanın yeri, zamanı ve diğer şartları okuyana göre değişir. Benim için türlere ve günün saatlerine ayrılmış bir okuma şekli yoktur. Çok defa birkaç kitaba birden başlarım, bu okumaların her biri ayrı yerlerde ve ayrı saatlerde varlığını sürdürür. Nispeten hafif kitaplar (hikâye, roman, deneme vs.) için otobüs, metro veya yatarken uykuya yakın saatler olabilir. Not almam gerekiyorsa masa başında olurum. Bu gibi okumalarımda bazan bir bilgiyi tahkik için kaynaklara, başka kitaplara baktığım da olur. Altını çizmekten ziyade önemli veya bana göre aykırı, yanlış gördüğüm yerlerde kitap kenarına kurşunkalemle X koyup küçük açıklamalar yaparım. Yavaş okurum, bazan gerilere de dönerim. Sessizlik aramam. Şiir okumada şartlar ağır olur. O zaman yalnız olmayı ve yüksek sesle ve çok tekrarlarla okumayı tercih ederim.
***

İnci Aral:
Kitaplara dokunmaya karşı bağımlılığım var
Türlere göre farklı yerlerde okumalarım olur. Araştırma, inceleme ve tarih gibi kitapları masa başında, not alarak okurum. Edebiyat, şiir, öykü ve roman gibi türleri yatakta, yastıklara dayanarak rahat bir şekilde okumayı tercih ederim. Bu şekilde okurken bile, yanımda kâğıtlar kalemler eksik olmaz. Yolculuklarda fazla hacim olarak ağır olmayan, daha çok şiir ve öykü kitaplarını seçerim. Akşamüzeri ve gece arasında genellikle şiir okurum, çünkü bayağı duyarlı olduğum bir saattir. Yeni kitaplara dokunmaya karşı bir bağımlılığım var, onların kokusunu hissetmeye çalışırım. Hatta okuyamayacağım kitabı bile elime alır, koklarım. Kitaba not almaya çalışırım. Arka sayfalardaki boş yapraklara kitapla ilgili düşüncelerimi, bazen renkli not kağıtları üzerine yazarak, yapıştırırım. Genellikle çok sevdiğim kitapları eskiden çok fazla çizerdim, şimdi ise kıyamıyorum, hatta onların yerine yenilerini aldım. Bir anda birkaç kitap okurum. Bunlar genellikle farklı türlerdeki kitaplar olur. Edebiyat, araştırma, inceleme türünden kitapları bir arada, günün farklı saatlerinde okuyorum. Kendi kitaplarımı ise okuyamıyorum. Uzun bir süre geçmesi gerekiyor. Çalışırken o kadar çok üzerinde uğraşmış oluyorsunuz ki adeta ezberliyorsunuz, bundan dolayı kitaplarımı okumaya gelince sıkılıyorum.
***
Hilmi Yavuz:

Beyaz kâğıtta okumanın hazzı
Okuma konusunda hiçbir ritüelim yok. Ben biraz da iştahlı ya da obur bir okurum. Her yerde ve her koşulda her şeyi okuyabilirim. Çocukken, caddede sağlı-sollu dükkan ve başka tabelaları da okurdum. Hâlâ bazı tabelalar aklımdadır: Karaköy’de: ‘Avukat Volf Çernis’; Zara’da: ‘Terzi Kalust Tırtır’; Siirt’te: ‘Berber A.Bari Ülgen- A.Tan’. Büyükada’da ‘Balıkçı İzak ve Avram Monguldar’... Bunlar neredeyse 60 yıldan beri bellekte kalanlar... Türlere göre, özel okuma zamanım yok. Ama, eğer haz duyarak okuduğum bir metinse, o zaman kendime sütle yapılmış ve kahvesi az bir neskafe koyar, tercihan bir flüt ya da keman parçasını dinlerim. Bilgisayarda yazdıklarımı okurum, ama mutlaka bir de ‘çıktı’ alırım. Bir yazıyı, beyaz kâğıtta okuyup, onu kalemle düzeltmenin hazzını hiçbir şeye değişmem... Kendi kitaplarımı okurum. Başka metinlerden sıkıldığım ya da canımın bir şey okumak istemediği zamanlarda... Kendi kitaplarım, özellikle de ‘defterler’, bana daima iyi gelir... Okuduğum kitaplara gereken özeni gösteririm. Eski bir ‘karşı-deneme’mde, kitabı 90 dereceden fazla açmadığımı yazmıştım. Doğrudur. Ama gene de, önemli bulduğum cümlelerin yanına, belli belirsiz bir ‘v’ işareti koymaktan da kendimi alamam... Ve, birkaç kitabı birlikte okurum...
***
Cemil Kavukçu:

Bende kitap kokusunun yeri ayrı
Kitabın altını çizmektense deftere alıntılar yapmayı tercih ediyorum. Bu sadece evde masa başında okumada yaptığım bir durum. Kent yolculuklarında, otobüste, metroda okumaya çalışıyorum. Not edeceğim kitapları evde okurum. Yoğunlaştığım kitabın dünyasından uzaklaşacak bir şey yapmıyorum, küçük molalar verip, mesela Sait Faik’ten bir öykü, başka bir kitaptan şiir okuyorum. Türler değiştikten sonra biraz soluk alma, biraz da dinlenme oluyor, bu küçük molalar benim için. Kitapevlerinin, kütüphanelerin, yeni çıkmış bir kitabın ve tozlu kitapların kokusunun, ayrı bir yeri vardır bende, kitapla özel bir ilişki yaşarız adeta. Sayfaları karıştırmak, arka kapağına bakmak, bir kitabı okumadan önce, yaptığım hazırlıklar. Kendi kitaplarıma gelince, onları okumam. Hatta bununla ilgili bir düşüm var; ‘oturup yazılış sırasına göre tüm kitaplarımı okumak’, bakalım gerçekleştirebilecek miyim?
***

İbrahim Yıldırım:

Gerçek edebiyatı ‘hızlı’ okumam
Hiçbir okuma ritüelim yok. Her yerde, her zaman okuyabilirim. Satırların altını çizmem ama bazen sayfa kenarlarına not alırım. Yazarlığın dışında mesleğim reklamcılık… Dolayısıyla bazıları için gereksiz sayılabilecek bir sürü şeyi öğrenmem gerekiyor; hem de çok sık! Bundan dolayı kendimce bir hızlı okuma yöntemi geliştirdim. Ancak bu yöntemi gerçek edebiyat yapıtlarına uygulamam. Kendi kitaplarıma zaman zaman göz attığım olur. Geceleri de yazan ve okuyan biriyim. Tür ayrımı yapmam. Önem verdiğim kitapları okumak için, daha sessiz olduğu için geceyi yeğlerim. Bu, şiir de, felsefe de, roman da olabilir. Birkaç kitabı bir arada okuduğum çok olmuştur. Kimi zaman hızlı okuma yöntemiyle günde iki kitap bitirdiğim olur. Ama bunlar kesinlikle gerçek edebiyat yapıtları değildir.
***
Selçuk Altun:
Kitabı hem koklar hem okşarım
Daha yoğun okuyabilmek için ilk fırsatta emekli oldum. Okumak, okumak ve ara sıra yazmak için tuttuğum bir ofisim var Gümüşsuyu’nda. Aynı anda en az üç kitap okurum. Güne kesinlikle şiirle başlarım. Şiir bana yaşam sevinci aşılar. Katı bir okuma ritüelim yoktur ama geceleri yatakta roman veya yaşamöyküsel yapıtlar okuyarak sızmayı yeğlerim. Okyanus aşırı uçak yolculuklarına, kesintisiz okuma şansı sağladığı için de, bayılırım. Sahaftan aldığım bir kitaba sıra gelmişse onu hem koklar, hem okşarım. Aforizmasal dizeler yakalarsam onları kelepçelerim. Okuma kıvılcımı; benimsediğim bir yazar veya şairin yeni kitabının çıktığını öğrenme veya ıskaladığım bir yapıtın izine rastlamayla çakılır.
***

Haydar Ergülen:

Roman okurken kitap elimden düşüyor
Rahmetli Ece Ayhan, son yıllarında yazdığı dergilerde ‘Ayağa Kalkanlar’ diye bir liste yapmaya başlamıştı. O ay ya da o hafta, sanatta, edebiyatta, siyasette önemsediklerinin adlarını belirtirdi. Soruşturma sorunuz gelince nedense bunu hatırladım. ‘Başucu kitapları’ deyimi, bana biraz da yatakta okunan kitapları çağrıştırır. Kediler, köpekler, kuşlar, bitkilerle, yani insan hariç cümle mahlukat ve nebatatla ilgili son yıllarda sayısı sevindirici bir biçimde artan kitapları gece yatakta okuyorum. Kim bilir belki de bu onların saflığı ve doğallığıyla dolu güzel rüyalar görme isteğimdendir. İnceleme, araştırma kitaplarını, eski bir alışkanlık olarak, hâlâ ders çalışır gibi, elimde kalem, altını çizerek, masamda okuyorum. Şiiri ise her zaman, her yerde okuyabilirim, koltukta, masada, uzanmışken, yolculukta, kafede, vb. Fakat yalnızca masa başında yazabilirim. Hikayeyi de tıpkı şiir gibi okuyorum. Romana gelince, işte orada işler biraz karışıyor, uzanarak okuyorum, fakat gündüz de olsa, mutlaka uykum geliyor, kitap elimden düşüyor. Galiba son yıllarda çok az roman okumamın sebebi bu. Doğrusu bundan da pek şikayetçi olduğumu söyleyemem. Dergileri hemen okuyamıyorum, önce şöyle bir karıştırıyorum, önce şiirleri okuyorum, sonra zaman içinde diğer yazıları.
***
Özcan Karabulut:

Kurşunkalem ve masa lambası
İşim gereği sık sık yolculuk yaptığımdan her yerde, her durumda (evimdeysem çalışma masamda, yollardaysam koltukta, otel odasındaysam yatağımda) kitap okuyorum. Bulunduğum ortama ve mekana göre kitabı okuduğum açılar değişir: Kitabı 90 derecelik bir açıyla okuyabildiğim gibi, 180 derecelik bir açıyla da okuyabilirim. Kitap okurken ihtiyacını duyduğum iki şey var: Kurşunkalem ve masa lambası. Ne yazık ki, her ikisi aynı anda olmuyor her zaman. Her cümlenin değil ama beğendiğim cümlelerin altını çizerim. Bazen okuduklarımla ilgili notlar aldığım olur. Türlere göre özel bir okuma zamanım yok. Öykünün bende ayrı bir yeri var, doğal olarak. Günün herhangi bir bölümünde öykü okuyabilirim. Son beş altı yıldır düzenli olarak roman okuyorum. Şiir için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Gazetesiz bir dünyayı düşünemem bile. Her sabah gazete okurum. Çalışma günlerinde nerdeyse tüm gazeteleri, hafta sonlarında ise üç dört gazete okurum. Uzun zamandır birçok kitabı bir arada okuduğumu söylemeliyim. Bir kitaptan ötekine geçtiğimde, bir alandan başka bir alana geçmiş olurum. Bu beni dinlendirir, yeni kitaplar okumak için harekete geçirir. Kitabı koklamaktan çok, kitaba dokunmaktan hoşlanırım. Yeni bir kitabım yayımlanmışsa kısa okumalar yapar, kitabın sayfaları arasında dolaşırım, o kadar. Sonra araya edebiyat dergileri, başka türden kitaplar, başka okumalar girer.
***

Mehmet H. Doğan:

Mürekkep kokusu yorgunluğumu giderir
Daha çok koltukta ve gece yatarken okurum. Türler için okuma zamanım yoktur. O gün dergiler çıkmıştır, özellikle onları okumaya çalışırım. Yolda şiir ve roman, biraz da dergi okumayı severim. Birkaç türü aynı anda okurum. Başucumda devamlı okuduğum birkaç eser vardır, bu roman, şiir veya dergi olabilir. Eğer bir kitap ağır gelmişse veya sıkılmışsam diğer kitaba geçerim. Bu tür değişik okumalar, insanı çıkmazlardan korur. Bir yerde kitap ilerlemediği zaman diğer bir türe geçmek okumayı kolaylaştırır. Kurşun kalemle derkenar dedikleri kitabın kenarına veya kitabın sonunda boş sayfalar varsa, ileride yazacağım eleştiriler için not alırım. Özellikle yeni kitaplarım geldiğinde, o kitaptan aldığım mürekkep kokusu, bütün yorgunluğumu giderir. Kendi kitaplarımı yeni baskılarından evvel, dizgi yanlışları veya düzeltmeler için yeniden okurum. Çok hızlı okumam ve hızlı okuma kursları gibi faaliyetlere de hiç inanmam.
***
Enver Ercan:

Kitabı kıvırıp cebime soktuğum da olur
Eskiden satırları çizmek gibi bir alışkanlığım vardı, bıraktım: İçselleştirememişsem öylece orada kalıyordu. Yine de zaman zaman not alıyorum. Kitabı iki biçimde okursam anlayabiliyordum: Otobüste, orta kapının boşluğunda ve evde yere uzanarak. Bu olanakları yitireli beri (şimdi evim iskelenin tam karşısında ve evde her şey üst üste!) 5-6 yıldır masada okuyorum. Artık bir çalışma masası edinmenin zamanı geldi aslında. İyiden iyiye istiyorum sanki. Kitabı evire çevire okurum, kıvırıp cebime soktuğum da olur. Çok hırpalamam gerçi. Zaten kitaplığımda kalması gerekmiyorsa, okuyacağını bildiğim birine veririm. Arşiv duygusu pek yoktur bende. “Hiç” desem daha doğru: Yayımlanmış kitaplarımın ve yayımladığım kitap ve dergilerin bile elimin altında tam takım örneği yoktur. Gerektiğinde satın aldığım da olur. Sanırım, geriye bakmadan, “şimdi ne yapacağım?” sorusuyla yaşayan biri olmamdan kaynaklanıyor bu durum; bir beyhudelik duygusu; korkusu da denebilir. Bir psikiyatrın yorum yapmasına gerek yok: Çocukken dedemi çok severdim; eline geçen her şeyi özenle saklamak, biriktirmek gibi bir alışkanlığı vardı; eğri çivileri bile. Ama öyle güzel hikayeleri vardı ki! Öldüğünde hepsini kapının önüne koydular. Çatlak bir parfüm şişesini kurtarabildim. O gün bugün bende durur.

OKUMA KAZANCI



Okumak, bir kazançtır. Ama ben kazanç sözcüğünü oldum olası sevmem, bu yüzden bunu okuma sevinciyle yan yana koymak gerektir. Sevinç de çok şey kazandırmaz mı insana? Bugün edebiyatseverlerden oluşan bir çevremiz varsa, ne kadar küçük bir çevre de olsa, iyidir. Bu edebiyatseverler herhalde ülkemizin bugünkü ortamında yetişmediler. Öykücüler, romancılar, şairler ve onların okurları, önceki kuşakların, dişleriyle, tırnaklarıyla okur olmuş kuşakların çevrelerinde ortaya çıktılar. Böylece okuma sevincinin kazancı oldular. Yoksa eğitimimizin okur yaratma gibi bir çabasının olmadığı açıktır. Okullarımızdan kaç edebiyat okuru çıkıyor bugün? Elbette, çıkan var ise o da bir kazançtır, ne mutlu ona.


Okumak, insanı zenginleştirir, örneğin, kimi vitaminlerden yoksun kalmışsa kişi, yoksun bırakılmışsa, bunu okuyarak tamamlayabilir. Ya da, uyku bozukluğu çekiyorsa, biliyorsunuz, öyle hastalıklar da var, kimileri de düş görememekten şikâyetçi olurlar; onların da ilacı okumaktır. İnsan gerçek bir düşü ancak okurken görür. Bu, yazının doğasında var olan bir şeydir. Zihnimiz çoğu zaman yazıyı bütünüyle, olduğu gibi algılamaya açık değildir. Yıkıcıdır bu anlamda; okuduğunu değiştirir, onu kendi geçmiş yaşamının acılarıyla besler. Okumaya başlamaya görsün, sakladığı bütün fotoğrafları çıkarıp çıkarıp önüne kor. Okumaya başladığımız zaman sözcükler zihnimizde çoğalır, sözcük doğuran bir yerdir orası. Bu bakımdan bir olasılıklar cennetidir. Yazının sonsuzluğu buradan gelir.
Aldatmayan dil yoktur, der Calvino. Yazarın imgelemi belki bütünüyle yaşamın içinden seçtiği görüntülerle, anlık duygularla, seslerle doludur. Ama yazınsal üretimde önemli olan bütün bunlardan, yani dilden ve yazıda kullanılan nesnelerle yazarın kişisel geçmişinden başka bir şey olduğu için, yani yazar öncelikle bir anlatı yapısı kurmak üzere yola çıktığı için, bir bakıma, aldatmanın yöntemlerini de aramış olur. Kendince bir aldatmadır bu. Öyle ya, her yazar, okurunu kendine özgü bir biçimde aldatır. Ama ya aldanan kendisi ise?
Bakışımlı bir dildir edebiyatın dili. Bu yüzden kesinlemeler içermez. Burada yaratımın önemli bir kısmı okura aittir. Okurun bugün gereksinim duyduğu bilgi budur sadece; kendi payının zannettiği kadar az olmadığını bilsin, yeter. Bundan sonra ancak anladım diyebilir sözgelimi bir Bilge Karasu öyküsüne. Elbette, ille söylemek istiyorsa bunu. Gerçekte ortada ne bir öğreten, ne de bir öğrenen vardır.Ben yazarlığımı güç bir iş olarak gördüm hep. Ama okurluğumu değil. Okuduklarımı da severek okudum. Kitaplarımı çizemem. Sayfaların kenarlarına notlar almak, üzerine Faruk Duman-Ankara 3 Haziran 2001 gibi bağlayıcı ifadeler yazmak bana göre değildir. Hele sayfaları kıvırmak, kitabın kulağını çekmek gibi gelir bana. Kutsal kitaplar çağından kalma birisiyim. Evde onları yüksek bir yere –elbette kitaplıktaki her zamanki yerine– korum. Kimileri, çay-kahve kupalarını, sırf pahalı masalarına yazık olmasın diye, kitaplarının üzerine koyarlar. Dayanamam böylelerine. Hele şöylesi yok mu; diyelim yerde oturmayı seviyorsun ve o gün çayını da yerde içeceksin. Halının üzerine bir kitap koyarsın. İşte nihalen hazır.
Kitabım benden izler taşımalı, derler bir de. Yoksa ha kitapçı vitrininde durmuş ha evimde. Ben böyle düşünmem. Onun bir kimliği var zaten, saldırıya uğramasın yeter ki. Bu bakımdan, okuduğum yazarlarla da okuma eyleminin ruhuna uygun bir ilişkim vardır. Bakışımlı bir dil oluşturmuşumdur onlarla.
Yine de Umberto Eco’nun ‘ampirik okur’larına benzemediğimi söyleyebilirim. Bu tür okur, bir yazınsal yapıtın başına oturduğu zaman, daha ilk satırlarda, elbette metnin deneyselliği oranında, bir bilim adamı gibi çalışmaya başlar. Bu tür okur kitabını asla kanepesine uzanarak okumaz. Eline kalemini alarak masasının başına geçer ve sayfa kenarlarında bulunan boşluklara bir şeyler yazmaya başlar. Hatta birtakım kâğıtları vardır yanında. Bunların üzerine notlar alır, yeni bir yapıt üretir adeta. Ben bunu çoğu zaman yapamam. Belki sevdiğim bir kitap üzerine, sırf o kitabı başkaları da görsün, okusun diye bir yazı yazacaksam yaparım bunu. Ama onu da ilk okumada değil, ikincisinde yapabilirim. Bende ilk okuma düşlere ayrılmıştır hep; düşlere ve düşüncelere...
Okurluğumun ilk yıllarında okuyup da etkisinden günlerce kurtulamadığım kitaplar bana bir yanıyla ne büyük kötülük etmiş; insan bildikçe unutuyor. Küçülüyor okudukça. Ben, okudukça daha az konuşur oldum, farkındayım bunun. Bir yerde yazar şöyle bir şey söylüyordu: şairler, ilkel dile yaklaşmaya çalışırlar. Böyledir, sözü azaltmaya çalışır şair, ama başka türlü bir sessizlik değil midir onunki? Sanki uzaklara gitmiş de geri dönmektedir. Böylece doğanın sessizliği anlamına gelen ilkel dil ile buluşmaya çalışmaktadır. Ama insana ilkgençliğin güzelliklerini gösteren kitaplar bir süre sonra unutulup gidiyor. Bunu o kitapların yetersizliğine değil de, insanı yaylı bir oyuncak gibi kuran doğanın hınzırlığına vermeli.Çocukluğumun yazarı Jules Verne’dir benim. Onun yanına Tom Sawyer’ı koymuşumdur çoğu zaman. Verne’i, olağanüstü makineler tasarladığı için değil elbette; uzaklara, her zaman uzaklara gitmeyi seçtiği ve başarabildiği için sevmişimdir. Verne, yolculuk demektir. Evrensel olan budur onda. Yoksa tasarladığı buluşlar bir gün gerçekleşir, insanoğlu aya gider, arzın merkezine ulaşır, ama o, ‘sol memenin altındaki cevahir’ her zaman, insan yaşadıkça hep yolculuk özlemleriyle atacaktır. Hangi buluş, hangi güçlük insanı bir yolculuğa çıkmaktan alıkoyabilir? İnsan bavulunu hazırlayarak günler sürecek bir yolculuğa çıkar. Vardığı yerde oturup dinlenir biraz, belki bir eve yerleşir; Hamsun’un Dünya Nimeti’nde anlattığı o dingin ormanı bulur, kendi evini icat eder, gidip bir ömür geçireceği karısını bulur, getirir evine. Ama çok geçmeden başka bir yolculuk düşer aklına. Ve bu sonsuza dek böyle sürer. İnsan insana eklenir, yolculuklar yolculuklara ulanır.
Sonunda, uzak dediğimiz şey içimizdedir bizim. Ben bu anlamda ne insanın uzaya yolculuk tutkusunu ne de bizim Türkler tarihleri boyunca batıya ilerlediler hep tekerlemesini anlamışımdır. Kendi uzağımızı kendimiz yaratırız; gezip görür, sonunda bahçemize, bizi kucaklayan bir eve adım atarız. Ama insanın neden güzelliklerle değil de doğa katliyle yola çıktığını anlayamayız. Ama sorun da buradadır işte. Gitmeye, uzak merakımızı dindirmeye çalışırız ve çoğumuzda böyledir bu. Jules Verne belki bunu tasarladığından değil, ama bir insan olarak bu duyguyu yaşadığından böyle yazmıştı. Balonun içinde gizli olan buydu işte.
O ilk okumaların tadını bir daha hiçbir yerde, hiçbir şeyde bulamayacağımı anladım sonraları. Bugün kim ilkgençlik yıllarında okuduğu İnci’yi, Beyaz Geceler’i, İhtiyar Balıkçı’yı sevgiyle hatırlamaz? Bunları, bu başucu kitaplarını yeniden okumak, örneğin, Kaş’a ikinci kez gitmek gibi bir şeydir. Ya da çocukluk yıllarının kentine. O zaman insan o kentin sokaklarında geçmişin acı-tatlı anılarıyla dolaşır da nedense bahçeleri daha küçük, evleri daha bakımsız, insanları eskisinden daha mutsuz bulur. Geriye döndüğümüz zaman, aslında bu dönüşün bir mutsuzluk serüveni olacağını biliriz. Bu bakımdan eskilerde kalmış bir kitabı yeniden okumak benim için her zaman hüzün verici bir şeydir. Ama belki de insan tam da bunun için sevmez mi edebiyatı?
Yine o yılların bana bir armağanı olarak Mişima’nın romanı Dalgaların Sesi’ni anmak isterim, bu küçük ada hikâyesi o günlerde beni öylesine etkilemişti ki, aşkın bu incelikli, hüzünlü ve insan gururuyla donanmış sesi için kalkıp hikâyede anlatılan o egzotik adaya gitme isteği uyanmıştı içimde. Aşk, genç insanın kapısında nöbet tuttuğu bir şato gibidir. Uzun, bitmez tükenmez bekleyişin nöbetidir bu. Kapının arkasında bambaşka bir dünya vardır, ışıklı bir dünya, karşı cinsin bütün çıplaklığıyla sizi orada, köpüklü nehirlerin kenarında beklediğini bilirsiniz, ya da öyle düşünürsünüz, ama keşke öyle olsa.Mişima’nın bu kısa romanında anlattığı kahramanları, aşkı adanın tepesindeki kimsesiz bir mağarada tadarlar. Mağaranın tabanındaki kumulda kızın kalçalarının izi kalır; bu iz, yaşanan hikâyeyi öylesine güzel anlatır ki, genç erkek için o artık antik Yunan heykellerine benzer. Aşka ve güzelliğe sunulmuş bir armağan gibidir; özenle çıkarılır, gömülü bulunduğu yerden. Mağarada her şey aşkın unutulmaz anısı için vardır sanki. Dışarıda yağmur yağmakta, damlalar mağaranın ağzını yükseltisinden düşen bir dere gibi örtmektedir. Kızın saçlarına benzer bu.
İlk aşkı, ilk sevişmeyi anlatan bu idealize sahne, insan duygularıyla ilgili evrensel bir uç verir bize. Kitabın anlatımı son derece yalındır. Yalın, bize yazarın anlattığı asıl şeyle ilgili olduğunu gösterir. İnce Memed’in Hatice ile buluşması da bu sahneyi andırır. Memed Hatice’yi kaçırır, çakırdikenler ayaklarını parçalar, dağa tırmanıp izlerini kaybettirmeye çalışırlar, bir yandan yağmur indirmiştir. Sonra mağaraya girerler, ilk kez sevişirler orada; gündüzün takipçiler mağarada izlerini bulurlar sevgililerin. Yerde Hatice’nin çıplak kalçalarının izi vardır.
İlkel aşka dönüş. Her iki hikâyede de insanı karşılayan zorlu bir yolculuk, ardından sığınılmış o ilk yuva, bir mağara bulunur. İnsanın, içindeki aşk duygusunun tözüne ulaşması demektir bu. Kalbe değil ama, onun bulunmayan bir benzerine, gönüle ulaşmak. İşte yalın hikâye burada yatar, insanın kendi ilkel anılarına dönmeye çalışması, bu uzun ve çileci yolculuğa katlanması bundandır belki. Sevgililerin kavuşması, bugün artık bir araya gelmesi bize neredeyse imkânsız gelen iki şeyi de birbiriyle buluşturur; kum ve ten.Ama, gerek aşk yolculuğunda, gerekse gidip uzak memleketler görmek, başka diyarlarda gezmek arzusuyla süslenmiş yolculukta, insanın ancak yazıyla, yazmak ya da okumakla aşabileceği nice engeller bulunur. Okuma kazancına burada ihtiyacımız vardır işte. Kitap bir aynadır, bunu, kendimizi tanıma çabamızla bire bir ilişki kurabildiği için yakıştırıyorum ona. Ama bu elbette örneğin bütünüyle ansiklopedist yapıtlar için de geçerli midir, bilemem. Yazınsal bir yapıtın okuruna bir şeyler öğretmeye çalışmasına katlanamam. Tıpkı okuduğu hikâyedeki ana kahramanı yazarla özdeşleştiren okuyucuya katlanamadığım gibi. Ama elbette anlatacağı şeyi seçen yazar gibi, okuyacağı kitabı seçen okur da doğru yerdedir bana göre. Bu bağlamda oturur kendi yazarlarımı okurum. Hele son zamanlarda, aslında biraz geç de olsa keşfettiğim Kenzaburo Oe gibi yazarları bulduğumda onların kitaplarını elimden günlerce bırakamam. Sonra da tabiî başta söylediğim gibi, onları ne nihale olarak kullanabilir, ne de kulaklarını çekerim. İyi bir hikâye, iyi bir yoldaştır. Gecenin bir vakti, uykunuz kaçmışsa uyanıp Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini okursunuz. Bu, bende böyle oluyor, düşünüzde o sevimli, kararsız kızı görmenize yarıyor. Bir de boynu bükük âşığını. Adam Petersburg sokaklarında başını omuzlarına gömerek eller cepte kaybolup gidiyor, sabaha karşı teninizden fışkıran birbirinden renkli sözcüklerle uyanıyorsunuz. Gerçekten, Beyaz Geceler gibi bir kitabı birkaç saat içinde okuyup bitirmek kadar insanı ne mutlu edebilir?
Bütün bunlardan şu sonuç çıkıyor: Bir başucu yazarı, gerçek bir büyücüdür aslında. Düşlerinize girer ve siz yokken evi karıştırır.
FARUK DUMAN
kitap-lık, sayı 94